Monthly Archives: July 2011

Zamanların en iyisi, zamanların en kötüsü | Ergin Yıldızoğlu

21 Temmuz 2011 –  Ergin Yıldızoğlu
Ne zaman, içinde yaşadığımız “zamanları”, panoramik bir yaklaşımla düşünsem, aklıma hemen Charles Dickens’in, “Fransız Devrimi”nin, en devrimci ve proleter döneminin öyküsünü anlatan “İki şehrin hikâyesi” başlıklı yapıtının açılış paragrafı geliyor; 

Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü… Aydınlığın mevsimiydi, karanlığın mevsimiydi. Umudun ilk baharıydı, umutsuzluğun kışı. Bizim için her şey olanaklıydı. Bizim için hiç bir şey olanaklı değildi…

Bizimkisi de “Zamanların en iyisi”. Çünkü, dünyada, 1970’lerin ortasında başlayan gericilik dönemi artık kapanıyor. Gerek ulusal düzeyde gerekse küresel düzeyde, egemenler artık eskisi gibi yönetemiyorlar. Örneğin, derin küresel mali kriz içinde ABD’de düzen partileri bütçe üzerinde anlaşamadıkları için dünün hegemonyacı süper gücü, her gün iflasa biraz daha yakınlaşıyor. AB’de mali kriz genişleyerek, Birliği dağılma noktasına doğru sürüklerken, lider ülkeler “kurtarma paketleri”, dağılmayı önleyebilecek bir “yol haritası” üzerinde, egemen sınıflar kendi aralarındaki sorunları çözemediği için anlaşamıyorlar.

Buna karşılık, yönetilenler artık eskisi gibi yönetilmek, egemen sınıfların kendilerine dayattığı fedakârlık reçetelerini kabul etmek istemiyorlar. Dahası, Kahire, Madrid, Atina meydanları, yönetilenlerin, proletaryanın, düzenin sağ ve sol partilerinden umudunu kesmeye, artık kendi öz yönetim modellerini arama refleksini geliştirmeye başladığını gösteriyor.

Bu gelişmeler karşısında, komünistler yıllar sonra ilk kez yükselen bir devrimci dalgayla karşı karşıya olduklarını, önlerinde yeni olanakların açıldığını düşünerek umutlanıyorlar. Gericilik dönemlerinin, yılgınlığını, tecrit olmuşluğunu, belki de o zamanlarda ayakta kalabilmek için gerekli olan sekterliği, geride bırakmanın, bir önceki devrimci dönemin (1917- 1968/73), çalışma tarzına, örgütlenme biçimlerine, projelerine sıkı sıkıya sarılmaktan (ama geleneği asla unutmadan) kurtulmanın, yeni devrimci ufuklara, heyecan verici deneyimlere yelken açmanın, koşulları oluşuyor. En iyi zamanlarda, en yaratıcı, heyecan verici zamanlarda yaşıyoruz.  Continue reading

'AB ölüm kalım savaşı veriyor' – 'ABD yeni bir küresel mali krize koşuyor' –Ergin Yıldızoğlu (Cumhuriyet)


‘AB ölüm kalım savaşı veriyor’ – ‘ABD yeni bir küresel mali krize koşuyor’ –Ergin Yıldızoğlu (Cumhuriyet)
18 Temmuz 2011
Dört yıl (2007’yi baz alırsak), toplam 12 trilyon doları bulan kurtarma paketleri… Hâlâ uluslararası gazetelerin yorumcularında, yukarıda aktardığım türden saptamalara rastlıyoruz. Bu kriz bir türlü bitmiyor! 

Nasıl bitsin? ABD ve AB borç krizine karşı öyle politikalar uygulamaya çalışıyorlar ki başarırlarsa depresyon, başaramazlarsa yine depresyon…

“Çılgın mı bunlar neden böyle yapıyorlar?” Evet çılgınlar ama, bu çılgınlığın arkasında bir mantık var: “Sınıf savaşı”Uluslararası mali sermaye en gerici siyasetçiler üzerinden tüm diğer sınıflara savaş açmış durumda…

“Sınıf savaşından” bahsettim diye kimi okuyucular, yine “kırmızı damarı tutmuş” diye düşünebilirler. Kesinlikle haklılar, krizle mücadele etmek adına alınan önlemleri düşündükçe… Hiç abartmıyorum. Gelin ABD’nin “yeni bir küresel mali krize koşma”sürecine bakarak başlayalım.

Çöküşe umut bağlamak…
ABD’nin federal (merkezi devlet) borçları, mali sermayeyi kurtarma operasyonları sayesinde 14 triyon doları geçti, yasal tavana dayandı. Bu tavan 2 Ağustos’a kadar yükseltilemezse, teknik olarak devlet artık yeniden borçlanamayacağı için, kasası boş kalacak, borç servisi aksayacak. Bütün yapılması gereken, Obama yönetimi bütçe açığını azaltacak önlemleri devreye sokarken, Kongre’nin tavanı yükselterek sürecin devam etmesine izin vermesi.

Obama, bütçe açığını azaltmak adına, eğitim, sağlık gibi hemen tüm federal harcamalarda tarihte görülmemiş oranlarda kesintileri ve toplumun en zengin kesimini hedef alan, oldukça sınırlı yeni vergileri içeren bir paket hazırladı. Paket yoksulların yaşam koşullarını allak bullak ederken zenginlerden de biraz fedakârlık istiyor.

Ancak, son seçimlerden sonra, en gerici kesimin, Çay Partisi’nin egemenliği altına giren Cumhuriyetçi Parti, yeni vergilere kesinlikle karşı. Hatta “Laffer eğrisi” (zenginlerin vergilerini azaltırsanız, devletin gelirleri artar) saçmalığına dayanarak en zengin kesimin vergilerini daha da azaltmak istiyor, borçlanma tavanının yükseltilmesine izin vermiyor.

Böylece en gerici kesimin, “kriz olsun, işsizlik artsın, faturası Obama’ya çıksın, biz seçimleri kazanalım” mantığı ile, en zengin kesimin, “altta kalanın canı çıksın”, “ben cebime girene bakarım” mantığı birleşerek ABD’yi bir iflas olasılığına itiyor. Öyle ki kredi değerlendirme kuruluşu Moodys’in ardından Standart & Poors da ABD’nin halen “AAA” olan kredi notunu sorgulamaya başladığını açıkladı.

Eğer federal hükümet temerrüde düşerse (borç servisini aksatırsa) kredi notu düşecek, borçlanma maliyeti (faizler) artacak; daha şimdiden kaygılarını dile getirerek, alacaklıların korunmasını talep eden Çin’in yanı sıra Rusya gibi elinde yüksek dolar rezervleri olan ülkelerin dolara güveni daha da sarsılacak. Uzmanlar bu koşullarda 2007/8 mali krizi ve resesyonunu aratacak yeni krizin ve bir depresyonun kaçınılmaz olduğunu düşünüyorlar.

Aslında, Obama, temerrüde düşmeyi önleyebilir. Ancak bunu başarabilmesi için federal harcamaları her ay 100 milyar dolar azaltması gerekecek. Böylece yıl sonuna kadar harcamalardaki toplam daralma 500 milyar doları bulacak. Finans sitesi“Streetlight”ta yazan bir mali analiste göre, harcamalarda bu çapta bir daralmanın yılın ikinci yarısında büyüme hızını yüzde -5 ile -10 arasında bir yere çekmesi kaçınılmaz. 2008-2009 döneminde, ekonomi yüzde 4 daralırken, işsizlik yüzde 10’a çıkmıştı. Bu kez yüzde çok daha yüksek düzeylere çıkabilir.

Bu, belki aşırı sert bir senaryo ama, Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adaylığına aday Michele Bachman umudunu bu senaryoya bağlamış görünüyor. Bir televizyon programında Bachman’a “Bu yüksek işsizlik oranları seçilme şansınızı arttırır mı” diye sorduklarında “Öyle umuyorum” demiş. Bachman, Obama’nın temerrüde düşmeden, borçları servis etmesine olanak verecek kaynakları harcamalardan gereken kesintileri yaparak sağlayabileceğine inanıyormuş. Washington Post’tanDana Milbank, Bachman’ın, 2012 seçimlerinde şansını arttırabilmek için “bir ekonomik çöküşe” umut bağladığını, borçlanma tavanının artmasına izin vermeyerek de bu çöküşü hazırladığını söylüyor.

AB de kıyamete yürüyor
AB’de devletlerin mali krizi, temmuzda yeniden derinleşmeye başladı. Birbiri ardına devreye giren kurtarma paketleri, kemer sıkma politikaları İrlanda, Portekiz, Yunanistan ve İspanya’da hem borç yükünü arttırdı hem de bu ülkelerde ekonomik durgunluğu derinleştirdi. Geçen hafta Financial Times, AB liderliğinin, Yunanistan’ın borçlarının yeniden düzenlenmesi (iflasının) gerektiğini nihayet kabul ettiklerini yazıyordu.

Aynı günlerde, kredi kurumları da İrlanda ve Portekiz bonolarının kredi notunu “Junk” (işe yaramaz) düzeyine düşürüyordu. Gazetelerde, sırada İspanya ve İtalya bonolarının olduğu, bunları da Belçika’nın izleyebileceği tartışılıyordu. Bu ortamda İtalya borsası 1-10 Temmuz arasında yüzde 10’dan fazla değer kaybetti. Artık kriz İtalya’nın kapısına dayanmıştı. The Scotsman’ın yorumuna göre “Avro için kıyamet günü yaklaşıyordu”. (14/06)

Ancak, ABD ve Japonya’dan sonra dünyanın üçüncü büyük bono piyasasına sahip olan, Avro bölgesinin toplam üretiminin yüzde 20’sini gerçekleştiren İtalya, AB’nin üçüncü büyük ülkesiydi, toplam devlet borçları 2.45 triyon dolara ulaşıyordu (The Guardian, 13/06). Kısacası, İtalya kurtarılamayacak kadar büyüktü; başının çaresine bakmak zorundaydı. Geçen hafta piyasalardan ancak yüzde 4.95 faizle borç alabilmesi, borç stokunun hızla büyümeye devam edeceğini gösteriyordu.

İtalyan hükümeti cuma günü 45 milyar Avro’luk bir kemer sıkma paketiyle kendi başının çaresine bakmaya ya da Apulia Bölgesi Valisi, Ekoloji Partisi lideri Nich Vendola’ya göre, Yunanistan, İrlanda ve Portekiz’in atladığı uçuruma atlamaya karar verdi (The Guardian 14/06). Vendola haklı, İtalya’nın küçülerek borçlarını ödemesi olanaklı değil.

Amaç, ne pahasına olursa olsun Alman ve Fransız bankaların alacaklarının hiç olmazsa bir kısmını kurtarmak. İtalya’nın tüm uluslararası borçlarının yüzde 84’ü Fransız ve Alman bankalarına. Fransız bankalarının alacakları 98 milyar dolara, Alman bankalarınınkiler de 51.2 milyar dolara ulaşıyor. Japon bankalarının bile 29 milyar dolar alacağı var İtalya’dan (Financial Times 13/06). İtalya, salt Avrupa’nın değil, dünya mali sisteminin önemli bir parçası.

Bu kriz derinleştikçe, ABD’yi etkileyecek. Çünkü, genelde pek dikkat çekmeyen bir konu daha var: Bank of International Settlements’in haziranda yayımlanan bir raporundaki veriler, önde gelen ABD bankalarının CDO (kredi sigortası türevleri) yoluyla AB üyelerinin devlet borçlarını sigorta ederek ciddi risk altına girmiş olduklarını gösteriyor (Streetlights). AB ülkeleri temerrüde düştükçe, CDO satmış olan ABD bankaları ödeme yapmak zorunda kalacaklar. AB mali krizi bu kanaldan ABD’ye bulaşmak üzere derinleşmeye devam ediyor. Uluslararası piyasalar açısından ilginç bir haftaya giriyoruz.

 

Assange, Zizek Söyleşisi, yöneten Aym Goldman


Amy Goodman, Assange ve Zizek, 2 Temmuz Cumartesi günü, Troxy Tiyatrosu’nda seyircileriyle buluştu. Bu söyleşiyi Radikal Gazetesi çevirisi ile teknopolitika okurlarına sunuyoruz. Democracynow.org sitesinden orijinal Video izleyebilir ve metne ulabilirsiniz.

watch?v=_VdFtb4zNXE&feature=player_embedded

Teknopolitika

Goodman:
WikiLeaks, şüphesiz dünyayı değiştirdi. Yayımlanan belgeler sonrasında büyükelçiler istifa etti, skandallar patladı, hükümetler de bilgisayar sistemlerini korumak için paçaları sıvadılar. Ortadoğu ile Kuzey Afrika’da demokrasi yanlısı ayaklanmaların başlamasında WikiLeaks’in önemli bir rol oynadığını düşünenlerin sayısı da az değil. ABD’nin Irak ve Afganistan savaşlarının iç yüzünü ortaya seren gizli belgelerle çok ses getiren site, en sonunda ABD Dışişleri Bakanlığı’nın iç yazışmaları niteliğindeki gizli ‘Cablegate’ belgelerini yayımladı. Julian, 2007 yılından başlayalım. Neden Irak savaş belgelerini yayımladın? Senin için önemi neydi bu belgelerin?

Assange:
Bence gerçek bir uygarlığın ölçüsü, halkın olup bitenden ne kadar haberdar olduğudur. Bizi yöneten kurumların karar mekanizmalarını anlamak için içlerinde neler döndüğünü bilmemiz, dahası karar verme süreçlerinin belgelenerek tarihe geçmesi gerekli. Günümüzde bunun çok eksikliğini çekiyoruz, aslında her birimizin kaderini belirleyen birtakım gizli kapaklı kararlardan, bu kararların neden ve nasıl verildiğinden bihaber yaşıyoruz. Yayımladığımız Irak belgeleri, Irak’ın son 20 yıllık tarihine dair bulabileceğiniz en önemli kayıtlardı. Bu dosyaların içinde Amerikan askerleri tarafından öldürülen ve Irak’a bildirilmeyen 15 bin Iraklıya dair bilgi var. 11 Eylül’de hayatını kaybeden insan sayısı ile Irak’ta Amerikan askerleri tarafından öldürülen insan sayısı kıyaslandığında durumun vahameti ortaya çıkıyor.

Zizek:
Bazı arkadaşlarım WikiLeaks’e kuşkuyla yaklaşıyor, ‘Yeni ne öğrendik ki?’ diyorlar. Şöyle bir örnek vermek istiyorum: Kocası tarafından aldatılan bir kadının bunu birinden duyduğunu düşünün. Bir de kocasının o kadınla sevişirken bir resmini gördüğünü… Hangisi daha etkili? Şimdi gerçek hayata dönelim: hatırlayın, bir kaç yıl önce Srebrenitsa katliamı sırasında Sırpların Boşnak mahkumları vurduğunu gösteren bir video çıktı ortaya ve bir anda herkes şok oldu. Aslında yeni bir şey öğrenmemiştik. İşte bildiğini sanmakla gerçekten bilmenin ve anlamanın farkı. Bu pis işlerden sorumlu devlet görevlileri bize ‘Evet, orada bazı istemediğimiz şeyler oluyor ama niyetimiz iyi’ dediği zaman gerçekten o kadar uzaklaştırıyorlar ki bizi. Birtakım soyut söylemlerle halkı bilgilendiriyormuş gibi yapıyorlar, örneğin işkenceyi meşrulaştırıyorlar. İşte WikiLeaks bunu değiştirdi. Julian, Marksistlerin tabiriyle ‘burjuva basın’ın bizim neyi öğrenip neyi öğrenemeyeceğimizi belirleyen diktelerini yıkıyorsun. Çok daha radikal bir şey yapıyorsun. Continue reading

Sintagma Meydanı’ndan Dünyaya | Sintagma Halk Kurulu

Sevgili arkadaşlar, kardeşler,

Biz Atina’da Sintagma Meydanı’nda bir ay boyunca savaşanlarız. Siyasi partileri dışarıda bırakarak, doğrudan demokrasi ile örgütleniyoruz. Sesimiz her gün yapılan halk kurulunun sesidir.

Öfkeliyiz, çünkü başkaları bizim yerimize karar veriyor ve geleceğimizi ipotek altına alıyor; dayattıkları borçlarla halkın değil bankaların ve hükümetin menfaatlerini gözetiyorlar. Öfkeliyiz, çünkü bizi iflasla yıldırarak korkutmaya çalışıyorlar. Sadece korkutmaya değil insanları birbirine düşman etmeye de çalışıyorlar.

– Bundan sonra borç desteği istemiyoruz.
– Kamu mülkiyetinin satılmasını istemiyoruz.
– Orta vadeli programın geçirilmesini istemiyoruz.
– Kayıplar halka mal edilirken kazançların özelleştirilmesini istemiyoruz.

Sesinizi sesimize katın.

Küçük bir kesim zengin olsun diye sizden ve bizden fedakarlık istiyorlar.

Bugün buradayız, yarın burada olacağız.

Her gün sokaklara çıkıyoruz.

Her pazar yüz binlerce yurttaş, Sintagma merkez olmak üzere Yunanistan’ın bütün meydanlarında toplanıyor.

Orta vadeli tasarruf programı geçirilmemeli.

Gazeteciler susuyor, biz susmuyoruz.

Orta vadeli programın oylanacağı gün, Avrupa’nın bütün halklarından ve sendikalarından dayanışma ve destek eylemleri örgütlemelerini bekliyoruz.

Hep birlikte olalım, hayatımızı ellerimize alalım.

TROYKA’YA, BANKALARA, YERLİ VEYA YABANCI YATIRIMCI OLUP YUNAN KAMU MÜLKİYETİNİ ELE GEÇİRMEYİ DÜŞLEYENLERE BİR UYARI

Bu ülkenin halkını temsil etmeyen, yürürlükten kalkmış bir diktatörlük hükümeti, geçtiğimiz günlerde halkın büyük çoğunluğunun iradesine karşı çıkarak Yunan kamu mülkiyeti ve arazisinin satılmasına onay verdi (Orta vadeli anlaşma, Uygulama yasası). Continue reading

AKP’ye, faşizme ve küresel kapitalizme karşı gerçek demokrasi için Tek Yol Devrim! | Sendika.Org

Örsan Şenalp, 9 Haziran 2011

Kapitalizmin 1970’lerde girdiği krizi aşmak için geliştirilen strateji; canlı genlerini, havayı, suyu, insan düşünceleri de dahil olmak üzere doğaya, insana ve topluma ait ne varsa, tarihsel olan ne varsa hepsini ticarileştirmek, metalaşan her şeyin küresel dolaşıma dahil edileceği ‘serbest’ bir dünya pazarını ‘zorla’ yaratmak oldu. Sermaye sınıfı liderliği, bu şekilde sitemin pürüzsüz devamını sağlayacaktı, fakat başaramadı.

Bu çaba, ulusötesi ya da küresel sermaye denilen, sınıf konsensüsünün/hegemonyasının Bilderberg, Üçlü Komisyon, Dış İlişkiler Konseyi ve Dünya Ekonomik Forumları gibi mekânlarda oluşturulduğu, kesif olmasa da belirli bir hiyerarşiye dayanan bir sınıf sistemi eliyle dünyaya dayatıldı. Söz konusu strateji diyalektik bir çelişki sonucu Almanya, Fransa, Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya gibi ekonomilerin yükselmesine ve buradaki kapitalistlerin güç kazanmasına yol açtı. Neticede hem ABD için hem de sistemi ölçeğinde küresel sermaye sınıfı içindeki yarılma önlenemez bir hale geldi. Bölgesel ve ulusal kapitalistler güçlenerek küresel sermaye hegemonyasına meydan okumaya başladı, Lenin’in öngörüsü bir dereceye kadar gerçekleşti. Küresel altyapıda yaşanan dönüşüme denk gelecek bir üstyapı dönüşümü ortaya çıkarılamadı ve Gramsci’ci anlamda küresel kapitalist sistem organik bir krize girmiş oldu.

Emperyalist mücadeleler ile birlikte ırkçılık ve milliyetçiliğin geri dönüşü; ABD’de Çay Partisi, AB’de sağcı partilerin ve ırkçı hareketlerin yükselmesi, AKP ve Müslüman Kardeşler tarzı İslami demokrat/liberal/faşist karışımı siyasal gruplaşmaların güçlenmesi ve buna karşı bir toplumsal isyan dalgasının yükselmesi, organik kriz gerçeğini gözler önüne serdi. 68 Mayıs’ı benzeri gençlik isyanlarının Avrupa’da filizlenmesi, ABD’de sendikalara karşı girişilen saldırılar sonucu Wisconsin’de yaşanan direniş ve genel grev çağrıları, Çin’de görülen işçi örgütlenmeleri, grevler ve toplumsal muhalefet, Arap baharı ve bundan ilham alan gençlik hareketlerinin Avrupa’da yeni bir ivme kazanması ile şu günlerde yaşanan işgaller sistemin krizinin her yerde olduğunu gösteriyor.  Continue reading

Üretici güçlerde eşitlikçi gelişme (P2P) ve Mısır'ın ötesinde Dünya Devrimi, Komünizm yeniden! | Sendika.Org

Örsan Şenalp, 10 Şubat 2011

Şu anda Tunus ve Mısır’da yaşananlar ve olayların bölgedeki diğer ülkelere ve dünya geneline nasıl etki yapacağı üzerine binlerce yazı yazılıyor ve yorum yapılıyor. Sanal ve gerçek dünya bu yorum ve yayınlara yapılan atıflar ve verilen linklerle dolup taşıyor. Twittter, Facebook ve bloglar gibi yeni medya ve eski tarz medya bu yazı ve yorumları dilden dile, yöreden yöreye taşıyorlar. İster olumlu, ister olumsuz olsun bu değiş tokuşlarda kodlanan ana mesaj, tabandan gelen radikal değişim talebinin nasıl gerçek bir dip dalgasına dönüşebileceği. Bu mesaj, irade dışı, kulaktan kulağa yankı yaparak dolaşıyor, putları kırıyor, ve kalplerdeki korkuların yenilmesine hizmet ediyor. Egemenler ve kapitalist sınıflar ise yerlerinde titriyorlar, ama boş durmuyorlar.

Tarihsel momentte, ana akım medya, tartışmaların seyrini ne kadar ısrarlı ve basite indirerek ‘demokratikleşme’, ‘liberalleşme’ -karşısına totaliterleşmeyi koyarak- ele almaya gayret ederse etsin, Mısır Devrim’ini çalmaya kalkarsa kalksın, Metin Yeğin’in geçtiğimiz yıl beyaz perdeye yansıyan filminin adı gibi, Devrimin büyük harfle D’si dünya gündemine yeniden girdi bir kere! Devrim’in keskin sıcaklığı küresel finansal krizin soğukluğunu delip geçiyor. Geçen yarım yüzyılda unutturulan en son üzerine naftalinli kadifeler örtülen ‘Devrim’ yeryüzüne geri döndü. Egemenler ve kapitalistler endişelenmekte haklılar; özellikle Mısır’da önümüzdeki günler ne gösterirse göstersin, verili ‘olay’ ne yana evrilirse evrilsin, şu ana kadar olan bitenler, çok başka diyarlarda baskı altında ve sefalet içinde yaşamaya zorlanan milyarlarca insanın kendilerini hiç olmadığı kadar güçlü hissetmelerini sağladı. Biz de yapabiliriz fikri hızla yayılıyor ve puslu bir anıyı canlandırıyor.

Mübarek gibi bir zalimin, İsrail ve Batılı dostlarının da desteği ile sürdürdüğü otuz yıllık zulüm bir fiskede devrilme noktasına geldi, güce tapan, megalomanyak kanlı bir zalime karşı bile sonuna kadar barışçıl kalmaya özen gösteren milyonlarca insan, nasıl hep birlikte hareket edilebileceğini tüm dünyaya gösterdiler. Mısır’ın devrimci kitleleri, Latin Amerikan’da yeşeren umutları güçlendirerek devrim bayrağını devraldılar. Küresel kriz ile artarak radikalleşen işçi hareketleri ve üniversite gençliğinin isyanı, Tunus ve Mısır ile taçlandı, dünya genelinde bir devrim dalgası önüne geçilemez şekilde kabarmaya başladı.  Continue reading

Tütün savaşı, ağ savaşları ve emek savaşımı

 

SoL’dan Mehmet Bozkurt, daha önce Sakarya Meydan Muharebesine de benzetilen Tekel direnişini, bir tütün savaşı olarak niteliyor. Eğer hükümet, emeğin veya işçi sınıfının davasını politik gündeme yeniden taşıyan Tekel direnişini kırmak için, polisi direniş-mahallesine sokarsa, mücadeleye verilen halk desteği, öngörülemeyecek bir düzeye tırmanabilir. Yani eğer Erdoğan, mağdur ve onurlu insanlara karşı zulmünü bir kere daha cop ile uygulamaya kalkar, orantısız bir güç kullanır ise, Latin Amerika’da patlak veren Su ve Gaz savaşlarının benzeri bir Tütün Savaşı, hükümete ve hatta sisteme karşı ciddi bir başkaldırı şeklinde ete kemiğe bürünebilir.

Güney Amerika’daki ilerici toplumsal dönüşümleri başlatan ve muhalefetin radikalleştiren sürecin bir benzeri, Türkiye’de 2002’den beri yaşanmaktadır. Bolivya’da, 2000-2005 yılları arasında, giderek keskinleşen bir yönetici sınıf-içi çatışma yaşanmış, aynı dönemde su ve gaz hizmetlerinin ulusötesi tekellere devri, Su ve Gaz Savaşları olarak bilinen toplumsal başkaldırıları tetiklemişti. Neticede ABD, bölgenin kontrolü için son derece kritik bir konumda bulunan Bolivya’dan kovuldu. Su ve gaz hizmeti ihalelerini alan tekellerin sözleşmeleri feshedildi. Politik güç, yerli halktan gelen ve koka üreticilerinin lideri olan Evo Morales’in Sosyalizm’e Doğru Hereket’ine (MAS) geçti. Zapatistaların başkaldırması ve Venezuella’da Chavez’in iktidarı ele geçirmesi sonrası bu toplumsal savaşlar, tüm kıtada isyan ateşini yakmış oldular. Bunu Arjantin’deki isyan ve işgal fabrikaları ve Porto Allegre’de toplanan Dünya Sosyal Forumlar’ı izledi. Su ve Gaz Savaşları ile ateşlenen kıvılcımlar böylece Güney Amerika’yı baştan aşağı tutuşturdu. Oralardan havalanan özgürlük bulutları ise yerküreyi kapladı. Bu gelişmeler de, sermayenin küresel hegemonyasını ciddi bir şekilde tehdit etti. Bu anlamda, eğer Erdoğan Hükümeti, gelinen bu aşamada, Tekel işçilerine bir kez daha şiddet uygulamaya kalkar ise, Sakarya’dan başlayıp yurda yayılacak bir toplumsal muharebe, Bolivya’daki Su ve Gaz savaşları benzeri bir Tütün Savaşı vücut bulabilir.

Continue reading

Bir sosyal ağ Dünya'nın bütün işçilerini birleştirebilir mi? | Emek Dünyası

Örsan Şenalp, 15.12.2010

Unionbook, herkes biliyor ve kullanıyor diye onunlakarşılaştırıyorum, Facebook’un sendikal versiyonu. Şu an için genellikle Batılı, İngilizce konuşan: üyesi, uzmanı, yöneticisi, akademisyeni ile 2600’den fazla sendika insanını, sanal dünyada da olsa, bir araya getirmeyi başarmış bir sosyal ağ sitesi.

Site’nin ana dili İngilizce ama Google Çeviri desteği ile çevirim içi olarak, sayfaları ve içeriğin neredeyse tamamını her dile anında çevirmek mümkün.

Sürekli artıyor olsa da 2600 rakamı Facebook’un 500 milyon civarında olan üye sayısı yanında çok küçük kalıyor. Fakat Facebook’taki ‘çokluk’a karşı, emek hareketine bağlı, onun içinden gelen, politik bir bakışı ve örgütsel deneyimi olan çok sayıda insanı düz üye olarak aynı düzlemde bir araya getirmek, bu ‘sosyal ağ’ı çok daha etkin ve egemenler açısından tehlikeli bir mekanizmaya dönüştürüyor.

Hali hazırda sendikaların Web 2.0 denilen, yani katılım ve tepkiye olanak veren yeni iletişim/internet teknolojilerini (cep telefonu, Twitter, Facebook, email vs.) kullanarak örgütlendiklerini, dayanışma geliştirdiklerini ve işverene karşı uluslararası, ulusal veya yerel düzeylerde çok ani tepkiler verebildiklerini görüyoruz. Bu araçların uygun bir kombinasyonu ise Unionbook gibi bir mekanı sendikal hareket için çok daha önemli hale getirebiliyor.

Unionbook projesinin arkasında Kanada merkezli ama hızla uluslararasılaşmış bir ekip olan LabourStart ekibi var. LabourStart’ın ve projenin fikir babası ve öncülüğü yapan kişi ise sosyal demokrat bir perspektife sahip olduğu bilinen Eric Lee. Fakat ortaya çıkan mekanın taşıdığı potansiyel kişilerden bağımsız ve hem de her türlü politik perspektifi dönüştürebilecek kadar büyük; en azından bilindik perspektiflerle sınırlandırılabilecek gibi görünmüyor.

Geliştirilme aşamasında olan ve hala el yordamı ile ilerleyen Unionbook’u, internette ücretsiz ve kameralı telefon görüşmesine ve dosya değiş tokuşuna olanak sağlayan bir program olan Skype ile ve bir de Facebook ile aynı anda kullandığınızda, buna bir de Google’ın çeviri mekanizmasını eklediğinizde ortaya, dünyanın bütün işçilerini olmasa bile, internete erişimi olan, onu kullanacak zamanı, ilgisi ve becerisi olan bir çok işçiyi, sendika militanını ve uzmanını bir araya getirebilen bir platform ortaya çıkıyor. Continue reading